Mimarlık lisans eğitimini uluslararası öğrenci başarı bursuyla kabul aldığı New York Eyalet Üniversitesi’nde tamamlayan; yüksek lisans derecesini, Harvard Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden (Graduate School of Design) alan ve inovatif tasarım anlayışıyla biçimlenmiş pek çok ödüllü projeye imza atan Burak Pekoğlu, İstanbul’daki tasarım ve araştırma odaklı stüdyosunda, ilham verici işlerini hayata geçirmeye devam ediyor. Kurucusu olduğu BINAA (Building Innovation Arts Architecture) çatısı altında, çalıştığı uluslararası ofislerde edindiği deneyimleri Türkiye’deki keşfedilmeye açık potansiyellerle birleştirmeyi ve yetenekli tasarımcıları bir araya getirerek farklı bakış açılarından beslenmeyi hedefleyen Burak Pekoğlu ile mimarlık alanındaki kariyer yolculuğunu, güncel projelerini ve doğal taş malzemeyle ilgili deneyimlerini konuştuk.
Mimarlık yolculuğunuzda doğal taşla olan ilişkiniz nasıl başladı ve devam etti?
Burak Pekoğlu: Okuldan sonraki pratik hayatımda mesleki anlamda kendi ofisimi kurmamın altlığını, doğal taşla olan maceram oluşturdu. Amerika’da yaklaşık 10 sene kadar bulundum, 7 senesi New York Eyalet Üniversitesi’nde mimarlık eğitimiydi, 3 sene de Harvard’da yüksek lisansımı yaptım. Amerika’da malzeme ve uygulamanın entegre olduğu bir mimarlık eğitimi var, bizler o konuda şanslıydık. Okulda farklı malzemeleri tanıma fırsatım oldu. Ondan sonra da çizerek, keserek, biçerek malzemeyle; ahşapla, metalle, taşla çalıştım.
Türkiye ve Amerika’daki mimarlık eğitimini kıyaslayacak olursanız neler söylersiniz?
BP: Türkiye’deki eksikliklerden bir tanesi, buradaki okullarda bir şey çizerken onun nasıl kullanılacağını veya malzeme bilgisini yeterince öğrenmiyor olmamız. Böyle bir altyapı veya eğitim programının eksik olduğunu düşünüyorum. Amerika’da atölyede bir şeyi çizerken onun malzemeyle ilişkisini, nasıl kesilip biçileceğini 1. sınıftan itibaren öğreniyorsunuz. Elle çizip malzemeyle uygulamak temel mimarlık eğitiminde çok önemli. Şu an özellikle Türkiye’de her şey dijitalleşti ama eğitime tamamen bilgisayar ekranıyla başlamak öğrenciler için çok tehlikeli bir şey. Temelde fiziksel anlamda çizim ve beyin koordinasyonu olmadığı için ve malzemeyi de keserek, biçerek, ölçerek tanıyamadığı için öğrenci, pratik hayatta da bu eksiklerle beraber başlıyor mesleğe.
Ofisinizde tasarım süreci nasıl ve hangi aşamalarla gerçekleşiyor? Ekip yapınızdan bahseder misiniz? Nasıl bir iş bölümü ile çalışıyorsunuz?
BP: BINAA, dinamik, gençlere sorumluluk veren ve stüdyo kültürü olan bir ofis. Kolektif bir bilincin oluşması üzerine yapılaşan bir okul gibiyiz. Her yaptığımız işten bir şey öğrenme ve bunu bir sonraki işe aktarma çabasında olan bir tasarım ve ar-ge ofisiyiz aslında. Hem kendimiz öğrenmek istiyoruz hem de çevremizle, sektörle ve paydaşlarla bunu birleştirmek, öğrencilerle paylaşmak istiyoruz. BINAA sadece sıradan bir mimarlık ofisi değil; aynı zamanda bilgi üreten, detay ve farklı uygulamalar üzerine araştırma yapan, her projede farklı şekillerde yaptıklarının üzerine koyan ve üretimlerini paylaşmak isteyen bir ofis. Niyetimiz doğru ekiplerle uluslararası nitelikte projeler üretmek. O yüzden bir işi yaparken doğru ekiple işi nasıl mobilize ederiz, işverenle nasıl çalışırızı ciddi anlamda araştırıp gerektiğinde kendimizden de vererek doğru olan için çabalayan bir ekibiz. Hem yerelde hem uluslararası alanda iyi bir noktaya geldik diyebilirim. Bütün kavgamızı dijitalde verip, bir simülasyon yapıp, uygulamayı oturtup sonra oradaki tüm bileşenleri detaylarıyla beraber uygulamaya aktarabiliyoruz. Orada da ciddi bir orkestrasyon, know-how ve refleksif birikim var diyebilirim. Yeni ekipleri tanıdıkça onları da kütüphanemize katıp kendimizi geliştirmeye devam ediyoruz. Çok büyük bir ekip değiliz, butik kalmayı tercih ediyoruz; çünkü az ve öz sayıda, kontrollü ölçekte proje yapmak istiyoruz. Çok fazla iş değil, nitelikli iş yapmak istiyoruz. O yüzden de bir işi alıp özümseyip sonuna kadar savaşıyoruz.
Argül Weave Bursa’da kentsel dönüşümle yeniden yapılandırılan eski bir tekstil sanayi bölgesinde yer alıyor ve işveren de yapının uluslararası tekstil endüstrisi açısından öncü bir merkez olarak planlanmasını arzu ediyormuş. Projenin oluşum sürecini biraz anlatır mısınız?
BP: O dönem okuldan sonra Amerika’da César Pelli’nin ofisinde çalışmaya başlamıştım. İki sene boyunca Malezya’da bir gökdelen projesinde çalışırken Türkiye’den bir talep geldi, bir tanıdığım vesilesiyle. Bursa’da tekstilci bir işveren, var olan binasına bir konsept proje istedi. Kendisiyle buluştuğumuz zaman doğal taş bir cephe istediğini iletti, yani talep malzemeyle geldi. Konsept projede doğal taş cephe isteyince ben de tekstil yapısı olmasıyla sınırları nasıl zorlarım diye düşünürken örgü şeklinde bir cephe tasarımı fikri gelişti. Sonra ben bu örgü şeklindeki 3 boyutlu geometrik yapıyı modelleyip kendisine sunduğumda işveren bu fikre bayıldı ve “Hadi bunu yapalım!” dedi.
Malezya’da gökdelen projesi yaparken böyle bir talep gelince ben bunu nasıl yapacağım ve ilk defa doğal taş kullanacağım, malzemeyi de bilmiyorum diye düşünmeye başladım. Bu konuda tıkanınca hocam olan Frank Gehry’nin eski partneri Edwin Chan’e danıştım; o da beni Matthew Fineout’a yönlendirdi. Matthew, Frank Gehry’de 10 yıl çalışmış, geometri konusunda uzman, çok değerli bir mimar. Onunla konuşunca konsepti ve fikri çok beğendi, seve seve destek olurum dedi ve beraber bu projeyi çözmeye başladık. Ben bir yandan Türkiye’de bu işi nasıl yapabiliriz diye araştırıyorum, bir yandan çizimleri ve detayları Matthew ile koordine ediyoruz Amerika’da. Matthew sayesinde ciddi bir know-how var arkada, bende de enerji ve motivasyon var ve bu işi yapmaya başladık. Bu proje, henüz yeni mezun bir genç mimarken ve bir yandan da herhalde yapamayacağız diye düşünürken benim için çok büyük bir kırılma noktası oldu.
Yapının tekstil dokusunu çağrıştıran heykelsi ve dinamik formu hakkında neler söylersiniz? Özellikle cephede doğal taş panellerinin yerleştirilmesinde nasıl bir yapı teknolojisi kullanıldı?
BP: Çelik kontrüksiyonun hesapları, detaylarını şöyle yapalım, taşın ankrajını böyle yapalım, eskizler, workshoplar derken ciddi bir süreç oldu. Bir yandan da işverenle taşı nerede kestirebiliriz, istediğimiz detayı kim yapabilir diye araştırıyoruz. Hatta o dönem Marble İzmir Fuarı’na gitmiştik ve orada bizimle Türkiye’de bu işi yapamazsınız diye dalga geçmişlerdi. Biz de bunu duydukça daha çok hırslandık ve araştırmaya devam ettik. Bazı büyük firmalardan biz bu işi yaparız diyenler oldu ama istediğimiz detayları gerçekleştiremediler. Sonra Afyon’da baba, oğul ve amcadan oluşan bir firma, bizim projeyi çözmüş, modelini yapmış. Fotoğrafta detayın aynısının yapıldığını görünce atlayıp Amerika’dan Afyon’a gittik. Tabii geometri ve taşı işlemeyle ilgili bir detay olduğu için oldukça zor bir işti. Biz taşa orada üç boyutlu CNC işlemiyle form veriyoruz sonra o formu uzay geometride yanlarından kurt ağzı şeklinde birleştirmek istiyoruz. Dolayısıyla gerçekten zorlayıcı bir detay olduğu için birleşimde hem makineyi hem ellerini kullanmışlar. Çok yetenekli ve taşa şekil verebilen usta bir ekip diyebilirim. Argül Weave, zanaatın ve teknolojinin birleştiği bir proje oldu o anlamda. Biz de buna göre üç boyutlu modeller, çizimler yapıyorduk ve farklı bir know-how ile bu işi üretmeye çalışıyorduk. Çünkü yaptığımız iş riskliydi, yani sahaya gittiğinde kestiğimiz taşların yerine birebir, lego gibi 2 mm toleransla oturması gerekiyordu. Çelik ekibinin taşları asacağımız çelikleri bizim yaptığımız gibi üretmesi lazımdı. Çünkü yaklaşık 200 tonluk bir cepheden bahsediyoruz; 60 ton çelik, 150 ton taşlar.
3 boyutlu model burada bizim için bir iletişim aracı oldu ve ben bunu bu işin babası olan Frank Gehry’nin kültüründen gelen bir mimar olan Matthew’dan öğrendim. Biz bu işi Türkiye’de çok kısıtlı ve ilkel şartlarda uygulamaya, bütçesel ve zor imkanlarla yapmaya çalışıyoruz; karşımızda da Ali Arpacı isminde Denizlili bir tekstilci var. Günün sonunda bir şekilde modelini yaptık, geometrileri onayladık ve taşlar yerine asılmaya başladı. Çok yavaş ilerledi, bütün bu süreç 2,5 yıl sürdü. Bizim de uygulama anlamındaki ilk işimizdi ama sonuçta modelde yaptığımız form birebir ortaya çıktı. Günün sonunda ortaya hakikaten sıra dışı ve zorlayıcı bir iş çıktı. Bu işi Türkiye’de yapabildiysek, başka işleri de yapabiliriz diye düşünmeye başladık ve benim için büyük bir motivasyon kaynağı oldu. “Weave”, sadece oradaki formu değil süreci de anlatan bir proje oldu. Örgü derken birçok şeyi ördük aslında; bilgiyi, imkanları, ustalığı, zanaatı, teknolojiyi… Farklı konuları, farklı ekipleri bir araya getirebildiğimiz, dijital bir model üzerinden iletişim kurabildiğimiz bir platform oluşturabildik ve bu projeden sonra da taş konusunda uzmanlaştığımız bir noktaya geldik.
Tasarım yaklaşımınız hakkında neler söylersiniz? Sizce projelerinizi farklı kılan nitelikler hangileri?
BP: Öncelikle işin eğitim tarafını vurgulamam gerekirse okuldan gelen altyapımdan dolayı malzemeye olan merakım, çizdiğim şeyin bir ürüne, üretime nasıl aktarılacağı merakı beni hep araştırmaya itti. Projelerde taşı sıklıkla ve farklı şekillerde kullanmaya çalışıyoruz; çünkü doğal taş hakikaten özel bir malzeme. İşin matematiğini, kadrajını, hesaplarını doğru yapıp uygun yerde kullanmanız gerekiyor. Bir sürü parametre var taş seçiminde, standart bir ürün değil. Biz taşı, özel ebatlamalarla standartın dışında kullanıyoruz. Argül Weave’den bugüne yaptığımız, uyguladığımız 7-8 tane proje oldu ve hepsi taş kullanımı açısından özel projeler. Biz Argül Weave projesini yaptığımızda dünyada da teknoloji ve zanaatı birleştiren, taşı farklı şekilde kullanan bu tarzda çok fazla örnek yoktu; eski usül yığma taş yapılar vardı. Yani biz o dönem uluslararası anlamda bir iş yaptık ve proje hakikaten Türkiye dışında birçok yayında da yer aldı. Ondan sonra Türkiye’de bu işi yapabiliriz diyebilmek bir potansiyel açtı ve benim kendi ilgi alanım ve eğitim geçmişimle de beraber daha sıra dışı ve ve vizyoner işleri burada, Türkiye’de uluslararası formatta yapabilmek, hem gençlere, hem sektöre aktarabilmek istedim. Çünkü bizlerin tasarımcı veya mimar olarak görevimiz bir anlamda da katalist olmak; endüstri, işveren ve tasarım arasında bir köprü oluşturmak. Bu bağlamda birtakım yeni fikirler ortaya çıkarıp yapılan projelerle çevreye farklı değerler katmayı amaçlıyorum. Çünkü benim için bir projenin kalıcı olabilmesi, geriye dönüp baktığımda bir eser olabilmesi, çevresine değer katabilmesi, yapılan detaylarla kullanıcıya nitelik sağlayabilmesi önemli.
Sıklıkla tasarımlarınızda kullanmayı tercih ettiğiniz doğal taş malzeme sizin için nasıl bir önem taşıyor, bir mimar olarak bu malzemeye bakış açınız nedir?
BP: Taş yüzyıllardır kendini ispatlamış bir malzeme. Geçenlerde New York’ta cephe konferansındaydım; orada da en çok konuşulan malzemeler karbon emisyonu en düşük olduğu için taş ve ahşaptı. Geçmişe, benim de çok ilham aldığım Mimar Sinan’a baktığımızda bütün yapıları doğal taş, mermer ve kurşundan oluşuyor. Camilerine bakınca kurşun, taş, cam ve ahşap olmak üzere 4 tane malzeme var Mimar Sinan’ın paletinde. Bu malzemeler yüzyıllardır yaşıyor ve kendilerini kanıtlamışlar. O yüzden mümkün olduğunca farklı şekillerde taşı kullanmak lazım. Geçmişteki örneklere baktığımızda bu konuda epey gerilemişiz. Tabii ki çok ekonomik malzemeler değil ama doğru matematik ve fizibiliteyle bunu çözersek günün sonunda doğru ve iyi bir projeyle uzun vadede maliyeti kontrol altına alabiliyoruz. Bizim şu an işverene karşı tabii ki sorumluluklarımız var, maliyeti çok şişirirsek o işi yapamayız ama iyi bir hesaplama ve matematikle bu işi mobilize edebilir ve işverene onaylatabiliriz.
Projelerinizde hangi bölgelerin doğal taşlarını tercih ediyorsunuz, seçimlerinizdeki belirleyici kriterler neler?
BP: Projelerimizde ağırlıklı olarak yerli taşa öncelik veriyoruz. Argül Weave’den sonra yine Denizli traverteni kullandığımız Serdivan House konut projemiz oldu. S2OSB’de iç zeminde Tundra gri mermer ile Denizli traverteni, dış zeminde bazalt, girişte özel kesim Muğla mermeri kullandık. Günün sonunda, o bölgeye ait, mütevazi, aynı zamanda iç mekan ve dış cephe arasında gün ışığını dengeleyen, nitelikli bir camii oldu.
Taşı daha sık ve farklı şekillerde kullanmak gerekiyor. Bizde ne yazık ki o kültür zayıf. Ağırlıklı olarak yapay, endüstriyel malzemeler kullanıyoruz. Bunların üretim maliyetlerine bakıldığı zaman doğal taş, her projede kullanmak isteyeceğimiz bir malzeme; zeminde, duvarda, cephede, ıslak hacimlerde. Bir de tabii taşı cinsine, özelliğine göre kullanmak gerekiyor. Taşı çok iyi anlamak ve araştırmak gerekiyor; çünkü her taşın da farklı performatif özellikleri var; cephede kullanılacak taşlar farklı, ıslak hacimlerde kullanılacak taşlar farklı. Bu noktada malzeme bilgisine hakim olmak gerekiyor. İş yaptıkça da bu reflekse erişiyorsunuz ve ona göre de öngörüler oluşuyor.
Son olarak güncel projeleriniz hakkında neler söylersiniz?
BP: Şu an Nişantaşı’nda yaptığımız bir apartman cephesinde yine üç boyutlu CNC teknolojisiyle Denizli travertenini çinkoyla beraber kullandık. Bina sanki gölge oyunları yapıyor ve çevresiyle farklı bir iletişim kuruyor. Doğal taş heykelimsi bir formatta binada çerçeve olarak dönüyor. Orada edindiğimiz bilgi birikimiyle Bostancı’da başka bir ofis projemiz olan No 58’de traverteni fantastik bir şekilde, rölyef gibi, üç boyutlu aynı zamanda taraklama dediğimiz yöntemle kullanacağız. Proje onaylandı, uygulaması başlayacak; o da özel ve çok ses getirecek bir proje olacak. Çeşme Ovacık’ta da bir binadan çıkan, bölgenin yerel taşlarını geri dönüştürülmüş olarak kullandığımız ve peyzajda Denizli traverteni tercih ettiğimiz bir projemiz var; pastoral anlamda, peyzajıyla dokusuyla zeytinlik bir arazide yaptığımız bir ev projesi olacak.