13 ülkeden 250’nin üzerinde katılımcının yer aldığı “BİZ İNSAN MIYIZ? Türümüzün Tasarımı: 2 saniye, 2 gün, 2 yıl, 200 yıl, 200.000 yıl” başlığı ile 3. İstanbul Tasarım Bienali, büyük bir emek ile gerçekleşti.
“Manifestolar her zaman birer provokasyon ve hareket çağrısıdır. Buradaki manifesto da daha önce görülmemiş düzeyde tehditlerle karşı karşıya olan bir gezegen ve türü göz önünde bulundurarak tasarımı yeniden düşünmeye bir çağrı,” diyor küratörler Beatriz Colomina ve Mark Wigley, 3. İstanbul Tasarım Bienali için hazırladıkları Bienal Manifestosu’nun başında. Tasarım, küratörlerce, içinde yaşadığımız dünyaya, bugüne ve kendimize dair bir sorgulama aracı olarak ele alınıyor; zira dünyayı, bugünü ve kendimizi, insanın varoluşundan itibaren en temel edimi olan tasarımdan bağımsız düşünmek mümkün değil. “Her şeyin tasarlandığı bir devirde yaşıyoruz: Büyük bir özenle şekillendirdiğimiz kişisel görünümümüz ve dijital kimliğimiz, bizi çevreleyen kişisel cihazlar, yeni maddeler, arayüzler, ağlar, sistemler, altyapılar, veriler, kimyasallar, organizmalar ve genetik kodların hepsi tasarlanıyor. Her gün uzayın derinliklerinden kendi bedenimiz ve beynimizin derinliklerine uzanan binlerce tasarım katmanını tecrübe ediyoruz. Tam anlamıyla tasarımın içinde yaşıyoruz; kendi vücudundan çıkan salgılarla ördüğü ağın içinde yaşayan bir örümcek gibi. Ama örümcekten farklı olarak biz, birbiriyle örtüşen ve etkileşen sayısız ağ örmüşüz. Hatta gezegenimiz bile jeolojik bir katman hâline gelmiş tasarımla tamamen örtülmüş vaziyette. Tasarım dünyasının artık bir dışı yok. Tasarım, dünya hâline geldi,” diyor Bienal Manifestosu. Colomina ve Wigley, içinde bulunduğumuz tasarım katmanlarını soyarak, bir nevi arkeolojik bir çalışmayla, titiz tarihsel ve sosyolojik sondalarla gezegeni, insanı ve tasarımın kendisini, insanın varoluşundan bu yanaya, iki saniyeden iki yüz bin yıla bakarak tartışmaya açıyor. Bu bağlamda, “BİZ İNSAN MIYIZ? Türümüzün Tasarımı: 2 saniye, 2 gün, 2 yıl, 200 yıl, 200.000 yıl” başlığı ile 3. İstanbul Tasarım Bienali’nin kavramsal çerçevesini ilk kez açıkladıkları yeri İstanbul Arkeoloji Müzesi olarak kararlaştırmaları gülümsetmişti. Özellikle Beatriz Colomina’nın, “Clip, Stamp, Fold”, “Playboy Architecture” gibi sergilerinden aşina olunan, belgeselci sergileme pratiği düşünüldüğünde, Arkeoloji Müzesi seçimi ve 3. İstanbul Bienali’nin serinkanlı arşivci yaklaşımı anlam kazanıyor.
“Dünyanın en önemli arkeolojik koleksiyonlarının birinin tam ortasında başlamak istedik. Burada sanıyorum bir milyon farklı obje var ve bizim için burası temelde bir tasarım müzesi,” diyen Wigley’in, seçtiği renkli cep telefonu kılıflarını müzenin içinde, Roma dönemi heykelleri ve Sidon lahitleri arasında sergileyişi, zamanlar ve işler, geçmiş ve güncel müdahaleler arasında diyaloglara gösterdikleri hassaslığın, yine gülümseten, bir örneğiydi. Dünyanın sürekli yerleşimli en eski şehirlerinden İstanbul’un 8.500 yıl önceki yerlilerinin, Boğaz’ın altından geçen ulaşım hattı kazıları sırasında bulunan, ve bir tasarım nesnesi olan ayakkabı ile bırakılmış ayak izleriyle karşılaşmaksa, belki de bienalin İstanbullu ziyaretçilerine en şaşırtıcı sürprizi oldu. Colomina ve Wigley, bienalin en kalabalık sergisini ağırlayan Galata Rum İlköğretim Okulu’nun girişindeki geniş galeri boşluğunu insanın kendisini tasarlayışı üzerine bir arkeoloji çalışması olarak kurgulayarak, ziyaretçiye historiyografik bir ilksöz sunuyor. 70 yıl sonra İstanbul’u tekrar ziyaret eden, gerçek boyuttaki insan modeli “Cam Adam”, Sovyet modernizminin öncül kadın figürlerinden Galina Balashova’nın uzay programı, kavramsal sanatın tohumlarının yeşermeye başladığı 60’ların sonlarında François Dallegre’nin “Sanatçı Kurgusu”, 70’lerin teknoloji ve mobilite arzuları içinde Studio Works’ün “Taşınabilir Kişisi” gibi insana dair farklı zamanlardan tahayyüller, mekânda çok sesli bir anlatı kuruyor. Yukarıdaki katlarda bugünün insanına bakan, Common Accounts, Igor Bragado, Miles Gertler’in “Akıcılaşmak: Gangnam’ın Kozmetik Protokolleri” ise, dünyanın plastik cerrahi kliniklerinin en yoğun olduğu bölgesinde, bugün insanların yeniden tasarlanışının ekonomisinin tetiklediği kent endüstrilerini tartışmaya açıyor. Manifestosunda “Tasarım, bize dair en insani şey. Bizi insan yapan şey tasarım. İlk aletlerden, katlanarak genişleyen insan kabiliyetine, sosyal yaşamın temelinde tasarım var. Öte yandan tasarım, eşitsizlikler ve yepyeni görmezden gelme biçimleri de oluşturuyor. Bir yandan dünyada hiç olmadığı kadar insan savaş, kanunsuzluk, yokluk ve iklim şartları nedeniyle zorunlu olarak yerinden olurken, diğer yandan insanın genetik yapısı ve iklimin kendisi aktif olarak yeniden tasarlanıyor. Artık ‘iyi tasarım’ olgusuna sığınamayız. Tasarımın baştan tasarlanması gerekiyor,” diyen bienal, okulun merdivenlerinden yukarı çıkardıkça bugüne ve aciliyetlerine dair çalışmalar sunuyor.
Laura Kurgan ve Center for Spatial Reserach’ün “Çatışma Şehirciliği: Halep” çalışması, Arkeoloji Müzesi’nde, dünyanın en eski şehirlerinden bir başkasının kültürel mirasının imhasını sergiliyor. İnsanın diğer canlı türlerine uyguladığı şiddeti, hayvan ve doğa haklarını “Maymun Yasası”nda Orangutan Sandra’nın hikâyesi üzerinden Forensic Architecture, Baltasar Garzón, m7red, Irendra Radjawali tartışmaya açıyor. Dünyanın insan müdahalesinden uzak yerlerinin, gerçekte ne kadar “insansız” olduğunu inceleyen işlerden Alfredo Thiermann ve Ariel Bustamente, “Beyaz Üzeri Beyaz”da Soğuk Savaş sonrası Antarktika’ya bakıyor, “Şiddetin Arkeolojisi: Tasarım Olarak Orman” ile Paulo Tavares ve Armin Linke, Amazon ormanının yok oluşunun izini sürüyor, Fake Industries Architectural Agonism ve UTS, Hint Pasifiği bölgesinin tasarlanan sınırları ile küresel ilişkileri ironiyle düşündürüyor. Gezegenin de ötesindeki müdahalelere dair Stuart Grey, “Uzay Çöpü” ile dünyanın yörüngesindeki 20 bin nesneyi görselleştiriyor. Kanımca bienalin en güçlü işlerinden, Thomas Keenan, Sohrab Mohebbi, Charles Heller, Lorenzo Pezzani çalışması “Haritadan Belli”, Akdeniz’de mültecilerin ürettikleri ve birbirleri ile paylaştıkları haritalarla, mültecilerin takibi ile yükümlü hükümetlerin haritalarını karşılaştırıyor; “bu haritalar, mültecilerin çektikleri acıların saplantılı bir şekilde izlenmesine rağmen gözetim ve kontrolle yükümlü farklı farklı güçler tarafından adeta bir katliam derecesinde nasıl da görmezden gelindiğini ortaya koyuyor, ” görmezden gelmenin de bir tasarım oluşu hâlini düşündürüyor. Birbiri üzerine binen gerçeklikler ve hatlarla oluşturduğu strüktürde, soranlarının izini sürerek, “Biz İnsan Mıyız”ın bugünün Akdenizi’ndeki karşılığını sorguluyor. Kavramsal çerçevelerindeki “iyi tasarımın, anestezik olduğu” önermelerinde Colomina ve Wigley’e göre, bugün bir uzvumuz hâline gelmiş cep telefonları, insan beynini hissizleştirmekte; her gün izlediklerimizin dehşet vericiliğine karşın, tanık olduklarımız uzak gerçeklikler, cep telefonlarının yıllar içinde mükemmelleştirilen ekranlarından akan görüntüler olarak zihnimizden akıyor. Okulun en üst katındaki, cep telefonlarının 1983 yılındaki icadından sonraki evrimiyle bugünün yeni insanını sunan “Homo Cellular”, küratörlerin sergiye bir noktalı virgülü niteliğinde. Günümüz sistemlerine ironik müdahaleleri ile çok sevdiğim Andrés Jaque ve Office for Political Innovation ekibinin gerçekleştirdiği sergi tasarımını da, ki tasarıma dair bir bunca konuşan bir sergiden söz ederken, anmakta fayda var. Mekânının hafızası, birbirine açılan sınıfları, katları bağlayan merdivenleri ile sergilerde her zaman çok güçlü ve çok sesli anlatılar kuragelmiş okulunsa fikrimce son sözü her zaman, terasının açıldığı, tüm hikâyenin karıştığı, durmadan dönüşen görüntüsü ile, şehrin kendisi. Farklı hafızaları olan beş farklı mekânda, Arkeoloji Müzesi, eski Galata Rum İlköğretim Okulu, tarihi bira fabrikasındaki Alt Bomonti, eski tütün deposu DEPO ve İstanbul’un genç araştırma merkezlerinden Studio-X’e yerleşerek de bienal, en karmaşık “tasarı”lardan şehirle ve hafızasıyla, üretimle kurduğu bağları düşündürüyor. Colomina ve Wigley’in incelikli müdahalelerinin şehre daha da “sızması” ve korkutucu bir hızla evrilen, tasarlanan, projelendirilen İstanbul’un ve saniyelerinin, günlerinin, binyıllarının katmanları içine daha da yerleşmesi senaryosunun ise, benim için deneyimlemiş olmaktan heyecan duyacağım bir dilek kaldığını söylemeliyim. Yan etkinlikleri, akademi programları, konuşmaları, atölyeleri, “Yaratıcı Mahalleler” programı ile İstanbul Tasarım Bienali’nin, oluşturduğu gündemle birlikte şehrin yaratıcı dinamiklerini tetiklediği, yeni bağlar kurduğu, tasarıma, sanata, mimarlığa, şehrin kendisine dair yeni düşüncelerin ve üretim biçimlerinin tohumlarını attığı açık. 3. İstanbul Tasarım Bienali programına dahil olan, Türkiye’de tasarım tarihi üzerine farklı alanları kapsayan, çeşitli disiplinlerden pek çok kişinin katılımı ve Pelin Derviş’in idaresi ile “Türkiye Tasarım Kronolojisi” araştırmasını da, devam eden çalışmaları ve yaratacağı gündemi ile bu noktada anmayı önemli buluyorum. Lars Müller Publishers tarafından yayımlanan “Are We Human? Notes on An Archaeology of Design” kitabı ve e-flux işbirlikteliğinde gerçekleşen, uluslararası bir ağın yazıları ile “Biz İnsan Mıyız”ı yeni algılarla soran “Superhumanity” de, bienalin sözünü yeni mecralarda sürekli kılacak diğer projeler.